Molyneux isimli bir felsefecinin sorduğu bir soru var: /Gözleri görmeyen bir insan, elleriyle neyin piramit, neyin küre olduğunu öğrenebilir. Acaba bu insan tedavi olup, bu nesneleri görmeye başlasa, küre ve piramiti dokunmadan ayırt edebilir mi?/

Önceden sırf felsefi bir soruyken, doğuştan kataraktlılara yapılan ameliyatlarla deneye konu olabilmiş. Deney olmasa ben bu soruya evet, neyin küre, neyin piramit olduğunu tanır, sivrilik kavramını anlayabilir derdim.

Öyle olmuyormuş. Bu insanların çoğunun çevrelerini algılamaya başlaması bir yılı buluyormuş. Hemen hiçbiri elleriyle tanıdıkları nesneleri görerek tanıyamıyormuş. Sorunun cevabı hayır, tanıyamaz yani.

Sorunun kendisi önemli değil, ancak spekülatif konuşmaların ne işe yaradığını göstermesi açısından mühim: Anlaşıldığı kadarıyla hiçbir işe yaramıyorlar. Daha doğrusu, keyifli bir faaliyet ama ancak o kadar işte, keyifli.

/Bilmediğin şeyin ardına düşme/ diyor Kitab-ı Kerim. Bilmek de ancak görerek, duyarak, yakînen bilmek. Çünkü ayetin devamı göz de, kulak da, kalp de sorumlu olur diyor.

Büyük zaafım. Lafa gelince kesin bilmek için doktrinler uyduran adamların, iş gerçek bilgiye gelince çuvallaması. İşin içinde duyular veya ilham yoksa, bir takım akıl yürütmelerle yol alınmıyor. Akıl yürütmeyle saf belirlemek de insanı sadece yanlışa götürüyor.

Ancak insanların saf saf oldukları hemen tüm durumlar da aslında bilmedikleri konularda. Bir körün gözü açıldığında ne görür? Bilmiyorum.

[Bilgiyi Bileni Bilmek]